Çocukluğumdaki bayramlardan neler anımsamıyorum ki...
Bayramlık diye alınan kadife pantolonları, rugan gibi ayağımızda parlayan lastik ayakkabıları ve yüreğimizi saran tarifsiz sevinçleri... Akşam olunca biran önce yatağa girip uyumak ve Çobanderesi’nin ardında parlayıp, dilini pencereden içeri uzatarak yüzümüzü yalayan güneşle birlikte yerimizden fırlamak isterdik. Her ne hikmetse öyle gecelerde bir türlü uyuyamazdım. İpin bir ucundan ben asılırdım, diğer ucundan ise gitmek bilmeyen karanlık. Kısık, isli gaz lambasının zor aydınlattığı tavanda saymadığım tahta bırakmazdım...
Kardeşimde benim gibi uyumazdı. Yastıktan başını yavaşça kaldırıp, "Ağabeyi, geceler gündüzlerden daha mı uzun?" diye soruşunu hala gülümseyerek anımsarım. Esnemesine ve gözlerinin küçülmesine karşın o da beni yalnız bırakmamak için direnir gibiydi. Tek arzumuz, yeni günün müjdeci olan horozların seslerini biran önce duyup, yüreğimizdeki sevinçle yataktan fırlamaktı.
Bayram sabahı, yüreğimizi davul gibi gümbürdeten sevinçle, avucumuza bozuk para koyan büyüklerimizin elini öperdik. Yüzümüzden öpüp entarisinin iç cebinden, çerçilere sattığı yumurtaların parasını çıkaran nenemizin, (dedemi hiç görmediğim gibi, dede sevgisini de yaşamadım) baba ve anamızın ellerinden öpüp, bağını koparmış tay gibi dışarı fırlardık... O bozuk paralar sanki avucumuzu ateş gibi yakardı. Yüreğimizin ve aklımızın bir tarafı oraya yoğunlaşırdı. Elimizi hiç açmayacakmışız gibi sıkıca yumar ne alacağımızı hızla düşünmeye, neler yapacağımızı düşlemeye başlardık. İçimizden taşan sevinç çığlıkları, bir yorgan gibi tüm seslerin üstünü örterdi.
Seslerimizin çınlayarak bize geri gelmesini sağlayan kayalıkları anımsıyorum. Gelinlik giymişçesine beyaza bürünen tepeleri, üstümüzde özgürce kanat çırpan kargaları... Şarkı söyler gibi guruldayıp, ahırların bacasından girip çıkan paçalı güvercinleri... İçlerinden birini yakalamak için onlara sinsice yaklaşan kocaman kedileri.. Yüreğimiz avucumuzda, bir solukta gittiğimiz is ve küf kokan köy bakkalları da belleğimden silinmedi henüz.
Elimizde eriyip parmaklarımızı birbirine yapıştıran akide şekerlerini... Kardan adam yapışımızı... Jilet gibi keskin ayazda keçeleşen parmaklarımızla, zonklayan ayaklarımızla ve kopup düşeceklermiş gibi kızarıp uyuşan kulaklarımızla kızak yarıştırdığımız yılları... O siyah beyaz fotoğraf kareleri, geçmişten gelip gözümün önüne bağdaş kurarak oturuveriyorlar. Küçücük yüreklerimize sığmayan düşlerimiz vardı. Gözlerimizin parlamasını sağlayan, bizi yerimizde duramaz hale getiren sevinçlerimiz... Bazen, teknolojinin insanları robotlaştırmadığı, sevginin ve saygının eşit paylaşıldığı yılları özlemiyor değilim. Kapı kapı dolaşıp, kayısı hoşafı, erişte pilavı ve kurban etiyle karnımızı doyurduğumuz yılları...
Artık hiçbiri yok...
Ne çocukluğumuz, ne de ölecekleri hiç aklımıza gelmeyen büyüklerimiz. Kaybettiklerimizin yokluğunu kabullenemiyoruz. Geride bıraktığı boşluğu bir türlü dolmayanları... Sesleri kulaklarımızda, görüntüleri göz bebeklerimizde donup kalanları... Bizim kuşak aslında eski bayramları değil de o yılları, o insanları arıyor galiba.
Her bayram kaybettiklerimizle birlikte, onlarla yaşadığımız anılar bir türlü yakamızı bırakmıyorlar. Sökülüp çıkarılmaları olanaksızmış gibi yapışmışlar belleğimize. Bazen, "Eski bayramlar nerder?" diye yakınıyoruz ya, bence bu gereksiz bir hayıflanma. Bayramlar yine aynı ama çocuklar için. Galiba bizler çok uzun yaşadıklarını sandığımız, babamızın ve annemizin yaşına gelmiş olmayı kabullenemiyoruz.
Her gününüzün bayram sevinciyle geçmesi dileği ile...
Turgut ERBEK
30 Aralık/2006 - Kars Haber Gazetesi
SERÇELER AĞLAYINCA ÖLÜR
Merhaba değerli okurlar...
Serçenin öyküsünü bilir misiniz?
Kaza mıdır, kundaklama mıdır bilinmez; doğanın çiçek açtığı, insanın, hayvanın soluk aldığı, börtü böceğin yurdu ormanda yangın çıkar. Çevredeki göletten ormana gidip gelmekte olan serçe “Ne yapsam?” umarsızlığına tutsak insanoğlunun, “Nereye kaçsak?” yüreksizliğinde yitip giden hayvan oğlunun gözünden kaçmaz; bir ağız olup sorarlar:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Söylesene...
Serçe sakin, ağırbaşlı, yaptığının bilincinde olmanın onuruyla yanıtlar:
“Gagamla su taşıyıp, alevlerin üstüne boşaltıyorum...”
“Gagadan taşınan suyla şu koca yangın söner mi hiç?, şaşkın kuş!” kıkırdamalarına serçenin yanıtı tokat gibi iner:
“Ben elimden geleni yapıyorum ya!"
Evet, birçoğumuz yaşadığımız ülke için elimizden geleni yapıyoruz. Tarih boyunca ulus olarak da yaptık. Bizler, yani şairler, yazarlar, gazeteciler (İstisnalar kaideyi bozmaz) olarak okuyucularımızı aydınlatmak için elimizden geleni yapmaya devam ediyoruz. Halkın ve haklının yanında olduğumuzu herkes iyi bilir. Bunu bildikleri için bazıları bizi sevmezler. Fakirlik edebiyatı, doğu batı ayrımı yaptığımızı söyleyerek, cahilliklerini açığa vururlar. Düzenin oluşturduğu çarkın dişlileri olmadığımız bir gerçek. Bu çarkın kimleri ezdiği gün gibi ortada.
Bizi öyle bir duruma getirdiler ki, çevremizi görecek halimiz kalmadı. Günden güne yozlaşmaya, bencil olmaya itiliyoruz. Bazı değerlerimiz yok olmak üzere. Eski dostluklar, arkadaşlıklar, yardımlaşmalar artık yok. Dini bayramlarda büyükleri, hasta insanları ziyaret etmekten çekinir olduk. Mutlu günlerinde yanlarında olmamız gereken insanları yalnız bırakıyoruz. O sıcak sarılmaların, o tatlı sohbetlerin, özlem gidermelerin yerini ahizede uğuldayan duygusuz, renksiz, korkusuz bir ses aldı. Bir telefonla gönül alacağımızı zannedip, büyük bir iş yapmış gibi böbürleniyoruz. Ama kaybetmeye başladığımız değerler aklımıza bile gelmiyor.
“Ben insanım insan... Telefondaki yapmacık kahkahana, yarım yamalak öğrendiğin, çoğu yabancı sözcüklere gereksinimim yok. Ben sarılmak, koklamak, tenine dokunmak istiyorum. Gözlerine bakmak, yüzünün şeklini beynime kazımak istiyorum. Ne kadar yaşayacağım belli değil. Belki sizleri bir daha hiç göremeyeceğim. Ey sevdiklerim, ey dostlarım, dost bildiklerim, beni hatırlayın ve kapımı çalın. Biz büyüklerimizden gördüklerimizi, yaşadıklarımızı unuttuk mu? Bize bunlar öğretilmedi. Bize enjekte edilmeye çalışılan batının soğuk, samimiyetsiz, yapmacık ve yüzeysel davranışları hak etmiyoruz.”
Dememek için yaşlıları, dostları kucaklamanın, yardımlarına koşmanın zamanıdır. İnsanlığımızı, yüreğimizdeki sevgiyi, gözlerimizdeki pırıltıyı, sesimizdeki okşayıcı yumuşaklığı kaybetmeden bunu yapalım. Yürek gözümüzün, gönül kapımızın kapanmasına seyirci kalmayalım. Yanınızda yörenizde sizin her türlü yardımınıza muhtaç insanlar mutlaka vardır. Hem de çok yakınınızda... Bir düşünün... Yaşlılarımızın buruşuk yüzlerinden gözyaşı yuvarlanmadan, gün görmemiş körpecik çocuklar açlıktan ağlamadan yanlarında olalım. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirelim. Paylaşalım, çoğalalım... Dünyadaki hiçbir şey için bir çocuğu ağlatmaya değmez, hiçbir şey onlardan değerli değildir. Elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince birbirimize destek olalım, arka çıkalım. İçimizdeki bu duyguyu öldürmeye kimselerin, hiçbir teknolojinin gücü yetmez.
Gelin hepimiz birer serçe olalım ve elimizden geleni yapılım. Henüz geç kalmış sayılmayız. Söndüreceğimiz bir yangın, birçok can kurtaracaktır.
Serçenin ağlayınca öldüğünü biliyor muydunuz?
O zaman ağlamamak için övünülecek, gurur duyulacak şeyler yapalım ki, yaşam anlamlı olsun.Şair Atilla Erdemli’nin yaşanılası güzellikte şu dizeleriyle son verelim yazımıza:
dağlar da düz olur bir gün / bilgiler eskir, gençlik kocar, / güzellikler gider / her şey bittikten sonra / ne kalır sanıyorsun / ne parıldar, ne coşar/ yalnızca iyi olan / yalnızca içimizdeki insan.
Daha güzel bir dünya dileği ile…
Turgut ERBEK
Ege'de Yaşam Gazetesi